Blog

Nis19

Kayıp Şehirlerin gizemli çağrısı: Arkeolojik keşiflerin yolunu açan efsaneler

Kategori: Arkeoloji ve Sanat Haberleri  |  Yorum: 0 yorum

etiketler  AngkorAtlantisEfsaneEl DoradoGüney AmerikaKamboçyaKayıp KentMitolojiPompeiiTruva



Kayıp Şehirlerin gizemli çağrısı: Arkeolojik keşiflerin yolunu açan efsaneler

Bu antik yerleşimlerin araştırılması, tarihin tozlu sayfalarını çevirmekle kalmayıp aynı zamanda yeni keşifler yapma potansiyelini de beraberinde getiriyor.

 

www.arkeolojikhaber.com

 

Bugün dünya tarihinin en önemli arkeolojik alanı olan Troya'nın adı bundan iki yüzyıl önce sadece efsanelerde geçiyordu. Halen adı sadece efsanelerde geçen pek çok şehir var. Bu açıdan bakıldığına her bir harabe, arkeologlara, tarihçilere ve maceraperestlere yeni hikayeler anlatma fırsatı sunuyor. Belki bir sonraki büyük keşif, kayıp şehirlerin sırlarını aydınlatacak bir adım olabilir. Tabi insanoğlunun yağma ve talan hisleri frenlenebildiği ve bilimsel bilginin önemi kavranabildiği taktirde.

Kayıp şehirler, insanlığın geçmişine dair gizemleri ve unutulmuş başarıları hatırlatıyor. Bu antik yerleşimlerin araştırılması, tarihin tozlu sayfalarını çevirmekle kalmayıp aynı zamanda yeni keşifler yapma potansiyelini de beraberinde getiriyor. Bu şehirler, yeraltındaki sırların ve eski uygarlıkların izlerini takip etmek isteyenleri çağırıyor. Ancak insanoğlunun yağma ve talan hisleri frenlenebildiği ve bilimsel bilginin önemi kavranabildiği taktirde bu çağrılar insanlığa ve kaşiflerin ülkelerine yarar sağlayabiliyor.

Her bir harabe, arkeologlara, tarihçilere ve maceraperestlere yeni bir hikaye anlatma fırsatı sunuyor. Belki de bir sonraki büyük keşif, bu kayıp şehirlerin sırlarını aydınlatacak bir buluş olabilir. Bu nedenle, geçmişin izlerini takip etmek ve insanlığın kolektif hafızasını genişletmek için bu eski yerleşimleri keşfetmek heyecan verici bir macera olabilir.

Atlantis: Denizin Derinliklerindeki Uygarlık

Platon'un diyaloglarında bahsedilen Atlantis, antik çağlardan beri birçok efsaneye konu olmuş, hala en büyük arkeolojik gizemlerden birini oluşturuyor. Atlantis'in varlığına dair somut kanıtlar olmamakla birlikte, Platon'un eserlerindeki tasvirler, bu kayıp uygarlığın bir zamanlar var olabileceğine dair ilgi çekici ipuçları sunuyor. Atlantis, Platon'un ideal devlet yapısını betimlemek için bir metafor olabileceği gibi, gerçek bir yerin efsaneleşmiş anlatısı da olabilir. Bazı teorisyenler, Atlantis'in Ege Denizi'nde veya Atlantik Okyanusu'nda var olabileceğini öne sürerken, diğerleri ise bu hikayenin tamamen mitolojik olduğunu savunuyorlar.

El Dorado: Altınlarla Kaplı Efsanevi Şehir

El Dorado, Güney Amerika'nın derin ormanlarında efsanevi bir şekilde saklı olduğuna inanılan altınlarla dolu bir şehirdir. İspanyol konkistadorlar ve maceraperestler yüzyıllar boyunca bu efsanevi şehri bulmak için arayış içindeydiler. Ancak, El Dorado'nun gerçek varlığına dair somut kanıtlar bulunmamıştır.

Efsaneye göre Muisca’lar, yeni atanan her kral için altın tozu ve diğer değerli hazineleri içeren bir ritüel uygulardı. Törenle ilgili anlatımlar farklılık gösterse de bir anlatıya göre yeni bir lider atandığında, yeni kral Guatavita Gölü’ne getirilir, burada çırılçıplak soyulur ve altın tozuyla kaplanırdı. Sonrasında da kral bir kayıkla Guatavita Gölü’nun ortasına gelip, güneş en tepedeyken yanında getirdiği hazine ile birlikte suya dalardı. Kralın tamamen çıplak olan vücudu, reçineyle kaplanıyor, üzerine küçük bir üfleme borusuyla altın tozu üfleniyordu. Devamında kral bir kayıkla Guatavita Gölü’nun ortasına gelip, güneş en tepedeyken yanında getirdiği hazine ile birlikte, suya dalıyordu. Günümüzde Guatavita Gölü. Yani aslında “El Dorado” bir şehir değil, bu ritüelin merkezinde yer alan krala bir göndermeydi. Ancak her ne kadar amaç bu olsa da bu isim kısa sürede kayıp altın bir şehirle eşanlamlı hale gelecekti.

Bazı arkeologlar, bu efsanenin altında yatan gerçekliğin, yerel halkların altınla ilgili ritüelleri veya dini uygulamaları olduğunu öne sürmektedirler. El Dorado'nun hala keşfedilmemiş olması, hazine avcılarını ve araştırmacıları bu gizemi çözmeye çalışmaya devam etmeye teşvik etmektedir.

Angkor: Ormanın Kucağında Bir İmparatorluk

Angkor, Kamboçya'da bulunan ve Khmer İmparatorluğu'nun merkezi olan antik bir şehirdir. Angkor, bir zamanlar dünyanın en büyük şehirlerinden biriydi ve gelişmiş bir su yönetim sistemi, tapınaklar ve karmaşık mimari yapılarıyla biliniyordu. Angkor Wat tapınağı, bu bölgenin en ünlü yapısıdır ve bugün hala ziyaretçiler tarafından ilgi görmektedir. Ancak, Angkor'un nasıl terk edildiği ve neden harabe haline geldiği konusunda hala tartışmalar devam etmektedir. Arkeologlar, bu gizemli şehrin yüzyıllar boyunca yoğun bir şekilde yerleşik olduğunu ve çevresindeki ormansızlaşma ve su yönetimi problemleriyle mücadele ettiğini öne sürmektedirler.

Pompeii: Bir Yanardağın Külleri Altında Kalan Roma Şehri

Pompeii, M.S. 79 yılında Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla yok olan antik bir Roma şehridir. Patlama sırasında lav ve kül altında hızla korunarak günümüze kadar ulaşmıştır. Pompeii'nin kalıntıları, antik Roma İmparatorluğu'nun günlük yaşamına dair nadir ve değerli bir bakış açısı sunmaktadır. Arkeologlar, Pompeii'deki kazılar ve keşifler sayesinde antik Roma'nın sanatı, mimarisi, ticareti ve sosyal yapısı hakkında önemli bilgiler elde etmişlerdir. Bugün, Pompeii'nin kalıntıları UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer almaktadır ve her yıl milyonlarca ziyaretçi tarafından ziyaret edilmektedir.

Paris'in Helen'i getirerek yıkılmasına yol açtığı efsanevi uygarlık: Troya Antik Kenti

Troya ya da Türkçeleşen adıyla Truva antik kenti bundan 200 yıl önce adı sadece efsanlerde yer alan bir antik kentti. Varlığı tahmin edilse de yeri tam olarak ancak 1860'lı yıllarda tespit edilebilmiştir. İlk arkeolojik araştırma, bölgede bir höyüğün olabileceğini tespit eden İngiliz Frank Calvert tarafında 1863-1865 yıllarında yapılmıştır. Fakat bu kentin Troya olduğu görüşünün kesinlik kazanması ve yaygın şekilde tanınması Alman Heinrich Schliemann tarafından yapılan kazılar sonucunda olmuştur.

Troya, Anadolu’nun kuzeybatı ucunda, Çanakkale Boğazı’nın güney girişinde, Ege ve Marmara denizleri ile Asya ve Avrupa kıtalarının geçiş bölgesinde yer almaktadır. Bronz çağında (MÖ 3000-1200) önemli bir kent olan Troya’nın bulunduğu Ida Dağı ve eteklerindeki bölge, sonraki dönemlerde Troas olarak adlandırılmıştır. Troya bronz çağında önemli bir yerleşim yeri olmasına karşın, esas ününü Batı uygarlığının en erken klasiklerinden Homeros’un İlyada ve Odysseia adlı
eserlerine konu olan Akhaların Troya kuşatması ile ilgili destana borçludur. Destana göre, Troya kentinin kralı Priamos’un oğlu Paris, bir güzellik yarışması sonrasında, Grek yurdundaki Menelaus’un karısı Helena’yı kaçırıp Troya’ya götürünce, Akhalar Troya’yı kuşatmışlar ve 10 yıl süren kuşatma, Akhaların bir hilesiyle sona ermiştir. Akhalar, savaştan vazgeçip geri döndükleri izlenimi vermek için, gemilerini Tenedos’un (Bozcaada) arkasına saklamışlar ve Akhaların en akıllı askeri Odysseus’un fikri olan tahta atı Troya Kalesi’nin önüne bırakmışlardır. Troyalıların, tahta atı tanrılara sunulmuş bir hediye olarak kabul edip kentin içine alması üzerine gece atın içinden çıkan Akhalı askerler, kentin kapılarını dışarıda bekleyen askerler için açmışlar ve Troya’yı fethetmişlerdir. Kent ise yakıp yıkılmıştır...

Antik dönem tarihçileri, Troya Savaşı’nı M.Ö. 1250-1135 yılları arasına tarihlendirmektedirler. Homeros, M.Ö. 730’larda Troya Savaşı ile ilgili sözlü gelenekleri bir araya toplayıp, Troya kentinin
öyküsünü, İlyada Destanı olarak yazıya geçirmiş ve Troya kuşatmasını böylece ölümsüzleştirmiştir. Homeros, İlyada Destanı’nda Troya kuşatmasının onuncu yani son yılına ait, yalnızca elli bir günlük kısa bir dönemi tasvir eder. Homeros’un eseri İlyada ve diğer eseri Odysseia, antik çağdan beri sayısız bilim adamı, şair ve sanatçı tarafından okunmuş, söylenmiş, yeniden ele alınmış, adapte edilmiş ve incelenmiştir. Homeros geleneği çerçevesinde ortaya çıkan bu destansı anlatım, Büyük İskender, Caesar, Augustus, Hadrianus, Constantinus ve Julianus’a kadar, pek çok tarihi kişiliğin Troya’yı ziyaret etmesine neden olmuştur

Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet'in de İstanbul’u fethini müteakip, civar bölgelerde asayişi sağlamak maksadıyla düzenlediği askeri harekâtlar sırasında Troya olduğu rivayet edilen yerleren geçtiği ve “ Cenabı Hak, beni bu şehrin ve halkının müttefiki olarak bu zamana kadar sakladı ve korudu. Biz bu şehrin düşmanlarına galip geldik ve onların yurtlarını aldık. Burasını Makedonyalılar, Teselyalılar ve Peloponezliler (Mora) almışlardı. Bunların biz Asyalılara karşı defalarca yaptıkları kötü davranışların intikamını, uzun yıllar sonra onların torunlarına böylece ödettim. Truva'nın öcünü aldım” dediği rivayet edilmektedir.

Eskiden beri coğrafi konumu tahmin edilen Troya’nın adı, hiçbir zaman unutulmamış ve yüzyıllar boyunca yakın çevresinde bulunan çeşitli yerleşimler, tarihi Troya olarak nitelendirilmiştir. Hatta Yeniçağda Troya’yı bulmak isteyen gezginler, Ege kıyısında gördükleri Alexandria Troas veya Çanakkale Boğazı’nın girişindeki Sigeion gibi yerleşmeleri Troya sanmışlardır. Bu konudaki ilk
sorgulayıcı lokalizasyon çalışması 17. yüzyılda Troya’nın kıyıda değil de daha iç kesimlerde aranmasının gerektiğini ileri süren, George Sandys (1610) ve George Wheeler (1675) tarafından yapılmıştır. Robert Wood ise, 1742 ve 1759 yıllarında bölgeye yaptığı gezilerde, modern topografik bir araştırma için gerekli temeli atmıştır. Ancak bu araştırmaların hiçbiri Fransız araştırmacı Jean
Baptista Le Chevalier’in yaptığı etkiyi yaratamamıştır. 1785-1787 yılları arasında bölgenin haritasını çıkaran ve Troya Ovasının güney köşesini yoğun bir şekilde inceleyen Le Chevalier, günümüzde Troya/Hisarlık ören yerinin 10 km güneydoğusunda yer alan Pınarbaşı mevkiinde Ballıdağ olarak adlandırılan tepede bulunan antik yerleşimin Troya olduğunu iddia etmiştir.

mistikalem.com

 

 

Bu yazı hakkında yorum bulunamamıştır. İlk yorumu siz ekleyebilirsiniz >

Yazıya Yorum Ekleyin

* Takma ad kullanabilirsiniz

* Yorumunuzda görülmeyecektir

 Evet   Hayır* Her defasında yeniden girmemeniz için