Blog

Oca15


Bir Dönem İstanbul’un En Ateşli Yeri: Hipodrom...

Yazar:  Tarih: 14 Ocak 2019

Konstantinopolis’te izleyicilerin en favori sporu olan ve görkemli Hipodrom’da gerçekleştirilen at arabası yarışları, MS 6. yüzyılda hayatın tam merkezinde yer alıyordu.

Pompeii’den bu 1. yüzyıl freskinde at yarışlarının heyecanı göze çarpıyor. Ulusal Arkeoloji Müzesi, Napoli.

1959 tarihli Hollywood’da gişe rekorları kıran Ben-Hur filminin muhtemelen en harika aksiyon sahnesi, at arabalarının yarıştığı sahneydi. Binlerce insandan oluşan coşkun kalabalığın evvelinde, bir yandan bütün sürücüler günü kazanmak için yıkıcı bir kazadan kaçınmaya çalışırken, atla sürülen yarış arabaları yarış pisti etrafında son sürat bir koşu yapıyordu. Filmin yaratıcıları bu sahneleri filme uyarlarken ne tehlikeyi ne de meydandaki heyecanı abartıyor sayılırdı. Aksine, beyaz perdeye yansıtılan duygular Antik Roma’daki tutkuyla kıyaslanırsa az bile kalırdı.

Roma dünyasındaki bu araba yarışları fanatizm içeriyordu ve taraftarlar tuttukları yarışçıların kapışmasını izlemek için alana akın ediyordu. Yarışlardaki hararet arada sırada tansiyonu öyle yükseltiyordu ki, büyük çaplı isyanların patlak vermesine yol açıyordu. Ben Hur filminin set kurduğu Kudüs gibi eyalet karakollarından Roma şehrindeki İmparatorluğun en büyük oyun alanı olan Circus Maximus’a kadar bir alanda araba yarışları, gösteri oyunlarıyla kalabalıkları kendine çekiyordu.

Roma İmparatorluğu’nun öneminin artık kaybolmaya başladığı bir zamandan sonra dahi, İmparatorluğun doğudaki  güç merkezi konumundaki Kostantinopolis’te anıtsal bir yarış parkuru olan Hipodrom inşa edilmişti. Circus Maximus kadar büyük olmasa da yine de çok büyüktü; tarihçiler kapasitesi konusunda anlaşamıyor; 30.000 ila 100.000 arasında bir yere koyuyorlar.

1200’lerde Konstantinopolis Hipodromu’ndan yağmalanan bronz at grubu, şimdi Venedik’teki San Marco Bazilikası’nda bulunuyor.

Araba yarışlarında bir gün

Hipodrom’da süregelen karşılaşmalar taraftarlara durmak bilmeyen bir gösteri ve heyecan vadediyordu. Gün boyunca sayısı 8 ile 25 arasında değişen yarışlar, izleyicilere tarafını tuttukları yarışçıların hayatlarını nasıl riske attığını görme şansı veriyordu. Zafer arayışı içerisindeki arabacılar, arabaların çarpışması, dizginlerin altında alaşağı olma, sıkışma, sakatlanma, düşme ya da izdiham sırasında atın altında ezilme gibi çok sayıda korkunç sonla yüz yüze geliyordu.

Yarıştaki turların sayısı değişebiliyordu ancak 7 turluk bir yarış en fazla 15 dakika sürüyordu. Birçok yarış kategorisi bulunmaktaydı ve bu kategoriler genellikle yarışçıların yaşlarına göre ayrılıyordu: yaşı 10 ile 19 yaş arası değişen genç delikanlılar, 20’lerinin henüz başında bulunanlar ile 25 yaş ve üzeri yaşa sahip tecrübeli yarışçılar gibi yarışçı grupları vardı. Bahisler hangi takımın ya da yarışçının kazanacağı üzerine oynanıyordu. Öncelik her ne kadar araba yarışlarında olsa da, yarışlar arasında izleyicilerin  keyfini yerinde tutmak için yiyecek satıcıları, akrobatlar, dansçılar ve hayvan eğiticileri gibi birçok aktivite yer alıyordu . Bunların tamamı  Hipodrom’daki curcunanın bir parçasıydı.

Bir sanatçının gözünden yaklaşık 400 metre uzunluğundaki hipodromun canlandırması. Merkez spina, Konstantin Dikilitaşı (ortada) ve Thutmose Dikilitaş’ı da dahil olmak üzere çeşitli eserler ile süslenmiş. Alt bölümde, beyaz taştan yapılmış imparator locasından, saraya kolay erişim sağlanıyor. C: Byzantium 1200 Project

Hipodrom

Roma İmparatorluğu’nun dinini Hristiyanlığa döndüren Büyük Konstantin’in de bu yarışlara ilgisi vardı. 330’dan sonra Bizans’ı Konstantinopolis olarak yeniden düzenlediği yıl, Konstantin, başkentin en göze çarpan yapılarından biri olması için Hipodrom’u baştan tasarladı.

Hipodrom Kostantinopolis’in ana meydanını çerçeveleyen 4 yapıdan biriydi. Nasıl Doğu Roma İmparatorluğu’nun yasama, yürütme ve dini gücünü Senato, imparatorluk sarayı ve  Hristiyan Katedrali temsil ediyorsa; eğlence gücünü de temsil eden kurum Hipodromdu. Halk için sirkler bir ekmekle boy ölçüşebilir önemdeydi ve tuttukları oyuncuların kaderleri taraftar tabanınca takıntılı bir biçimde takip ediliyordu.

(Antik Romalılar Kazanmak için Yarış Arabalarında Gizli Bir Teknik Kullanıyordu)

Yarışlar büyük kalabalıkları kendine çekerdi. Yarış günlerinde insanlar Hipodrom’a saatler öncesinde gelir, bazı zamanlar ise oturdukları sıraları  kaybetmemek için orada uyudukları dahi olurdu. Roma tarihinin erken safhalarında bir arenanın 4 at arabası takımı bulundurması yaygındı fakat ilerleyen dönemlerde Bizans’ta ve Kostantinopol özelinde genellikle bu sayı iki oluyordu: Maviler ve Yeşiller.

Bizans savaş arabacılarının on binlerce hayranı vardı. Bu kahramanlar Quadriga (4 at tarafından sürülen savaş veya yarış arabası) kullanıyordu. Genelde epey yüksek ve tehlikeli hızlarla sürüş yapıyorlardı. Her savaş arabası yaklaşık 46 metre genişliğindeki parkur etrafında yarışıyordu. Daha kısa yarışlar yaklaşık 15 dakika sürüyordu. Koşu parkurunun merkezi  spinası etrafında tur yerleri işaretlenmişti. Hipodromun spinası aynı zamanda Konstantin Dikilitaşı olarak da adlandırılan Antik Mısır Tutmosis Dikilitaşı  ve Delfi’den ganimet olarak getirilen birbirine dolaşmış 3 piton yılanından oluşan bronz sütun ile taçlandırılmıştı. Yarıştaki en tehlikeli an, her spinanın sonunda keskin ve tam bir dönüşün sağlandığı, atların yavaşlamasını gerektiren manevranın gerçekleştiği sahneydi ve yine de yaklaşık saatte 32 km hızla geçiliyordu. Bu acımasız yarışmalarda kimi zaman büyük çarpışmalar ve korkunç yaralanmalar meydana gelebiliyordu ancak bir yandan da şöhret ve galibiyet fırsatı vardı.

Yetenek, hız ve tehlike atmosferinde parlayan haleler gibi olan bu yarışçılar, o günlerin profesyonel atletleri idi. En ünlülerinden biri 6. yüzyılın altın çağında sporuyla popülerliğinin zirvesine ulaşmış Afrika doğumlu bir yarış pilotu olan Porphyrius’tu. Konstantinopolis’e gelmeden önce eyalet arenalarında çalışmaya başlamış olan Porphyrius’u kayıtlar ‘tanrısal karizmayı tam anlamıyla üzerinde taşıyan, kalp çarpıntısı verecek kadar yakışıklı ve hayret verici atletik yeteneklere sahip biri’ olarak tanımlıyordu.

390 yılında I. Theodosius, Firavun III. Thutmose’un (1426 M.Ö. öldü) Dikilitaş’ını İskenderiye’den getirdi ve Hipodrom’un spinasına yerleştirdi. Theodosius’un, dikilitaşın alt kısmına oydurduğu sahneler arasında, bir yarış arabası kazananına ödül dağıtırken gösteriliyor. Dikilitaş halen İstanbul’da ayakta duruyor.

Politik yarışlar

Bu yarışlar uzun süre boyunca hep güç ve şiddetle yakından alakalı oldu. Konstantin zamanından bu yana imparatorlar yarış tutkusunu kanalize etmeye ilgi duydular ve (her zaman başarılı olamasalar da) bunu kendi politik çıkarlarına uygun hale getirmeye çalıştılar. Bunu çoğunlukla tüm masrafları kendi ceplerinden ödeyerek yaptılar. Kostantinopolis Hipodromu’nun her zaman politik bir boyutu vardı ve bunun nedeni büyüklüğü değildi. İmparatorlar, eşi ve ailesiyle, ‘Kathisma’ adı verilen ve imparatora ait özel bir tür bölme olan İmparatorluk locasında oturarak yarışa başkanlık ediyordu. Bu bölümün doğrudan hipodroma komşu olan sarayla erişimi vardı.

6. yüzyılın ortalarında imparator Justinianus’un eşi ve imparatorluğun eş yöneticisi olan İmparatoriçe Theodora’nın Hipodromla hem politik hem de kişisel bir bağı vardı. Theodora soylu bir ailede doğmamıştı; sirkte çalışmış bir ailesi vardı. Annesi muhtemelen bir akrobattı ve babası da Yeşiller için ayı bakıcılığı yapıyordu. Babası beklenmedik bir biçimde ölünce dul kalan annesi yeniden evlendi ve yeni kocasının sirkte çalışması için Yeşiller’e ricada bulundu, fakat Yeşiller bunu reddetti. Fakat Maviler onu kabul etmişti. O andan itibaren Theodora’nın bağlılığı, Yeşiller’den gelecekteki kocası Justinianus’un da tuttuğu takım olan Maviler’e kaydı.

Theodora hakkında bilinenlerin çoğu, tarihçi Prokopius’un Gizli Tarih adlı kitabında yer alan bilgilerden geliyor. Prokopius,  Theodora’nın beklenmedik bir şekilde Justinianos’un kalbini çalmasını ve onun eşi olmaya kadar yükselmesinin, nasıl  gerçekleştiğini bize anlatıyor. Zeki ve güzel bir kadın olan Theodora, aynı zamanda Justinianos’un en güvendiği politik danışmanlarından biri olmuştu.

MÖ 479 yılında Pers ordusu karşısında birleşen Yunan kent devletlerinin kazandığı zafer anısına yapılan Yılanlı Sütun önce Delfi’deki Apollo mabedine dikilmişti. Daha sonra 324 yılında İmparator Konstantin tarafından İstanbul’a getirildi.

MS 532’de Konstantinopolis’te tansiyonlar bir hayli yükselmeye başlamıştı, özellikle de Maviler ve Yeşiller arasında. Yeşiller bu dönemde “Bir Mavi olmaktansa Pagan olmak daha iyidir!” diyerek Mavileri aşağılıyordu. Bu dönemde ayrıca Justinianus’un yakın zamanda gerçekleşmiş askeri zaferlerinin giderlerinin ödenmesi için konulan yüksek matrahlı vergilere duyulan, şehir geneline yayılmış ve gittikçe büyüyen bir öfke de mevcuttu. Hipodrom’da Maviler ve Yeşiller arasında bir kavga çıktığında Justinianus kamu düzeninin bozulacağı konusunda endişeye kapılıyordu. Kendisinin de desteklediği Mavilerden de vazgeçen İmparator Justinianus, iki takımdan yedi üyeyi topladı ve gücünün bir göstergesi olması için tümünü astırdı.

Bu infaz bozuldu ve biri Mavilerden diğeri Yeşillerden olmak üzere iki hükümlü hayatta kalmayı başardı. Hükümlüler halk tarafından kiliseye götürüldü ve barınacakları yerler verilerek onlarla ilgilenildi. Birçokları bu ikilinin Tanrı tarafından korunup esirgendiğine inanıyordu ve hükümlülerin arkasında yürüyordu. Hatta en sonunda iki takım dava arkadaşlığı kurdu. Bir sonraki yarışta birleştirdikleri öfkelerini “Nika! Nika! Zafer ! Zafer!” diye bağırarak Justinianus ve Theodara’nın üzerine saldılar (Bu olay  tarihe ‘Nika ayaklanması’ olarak  geçer)

Nika ayaklanması yayıldıkça yağmalar da artıyordu. Justinianus alarma geçerek vergilendirmeden sorumlu olan bakanın kovulmasına karar verdi ancak kalabalık bununla tatmin olmamıştı. Onlar Justinianus’un görevden çekilmesini ve yeni bir imparatorun taç giymesini istiyordu. Olanlardan korkmuş olan Justinianus kaçmayı düşündü ancak  İmparatoriçe Theodora sert bir şekilde tavrını ortaya koyup kaçmaktansa çizmeleri ayaklarında bu şekilde ölmeyi tercih edeceğini söyledi ve “Önce bir düşün, yoksa güvenliğe kavuştuğun zaman ölümü seçmediğin için pişman olacaksın. Bana gelince ben hala antik bir söylem olan ‘İmparatorluğun rengi olan mor, kefen için güzel bir renktir’ sözünün arkasındayım.” dedi.  Bunun ardından yüreklenen Justinianus Hipodrom’a birliklerini gönderdi ve bu birlikler isyan eden insanları hipodromda sıkıştırarak kılıçtan geçirip parçalara ayırdı. Mavilerden ve Yeşillerden toplam 30.000 kadar adamın ölü bedeni arenada yerlere serilmişti.

Hipodrom’un kalıntıları günümüz İstanbul’unda bir parka ev sahipliği yapıyor. Hipodrom yapısı çok zaman önce ortadan kayboldu, ama Thutmose ve Constantine’nın dikilitaşları hala duruyor.

Oyun bitti

Justinianus ve Theodora, Nika ayaklanmasının ardından güçlerini daha da artırmakta hiçbir zorluk yaşamadı ki bu da Bizans araba yarışlarını olabilecek en yüksek seviyeye ulaştırdı. 100 yıl sonra ise takımların güçleri, etkisi ve sporun popülerliği de düşüşe geçti. Sasanilerle ve daha sonra da Araplar ile yapılan savaşlarla dikkatleri dağılmış olan Konstantinopolis hükümdarları, Hipodrom’daki pahalı eğlenceleri finanse etmekte gittikçe daha da zorlanmaya başladı.

1200’lerin başlarında 4. Haçlı Seferi esnasında başkaldıran Hristiyan askerleri Konstanopolis’ten çekildiğinde altın kaplamalı bronz savaş arabaları anıtsal bir girişle ganimet olarak Venedik’e taşındı. Türkiye’de İstanbul’da bulunan Hipodroma ait kalıntılar, geçmişteki yarış günlerinin çılgın hallerine zıtlık oluşturacak bir şekilde şu anda huzur dolu bir parkta varlığını sürdürüyor.


Julius Purcell. National Geographic. 9 Ekim 2018.

www.arkeofili.com

Bu yazı hakkında yorum bulunamamıştır. İlk yorumu siz ekleyebilirsiniz >

Yazıya Yorum Ekleyin

* Takma ad kullanabilirsiniz

* Yorumunuzda görülmeyecektir

 Evet   Hayır* Her defasında yeniden girmemeniz için