Blog

Haz21

Vahşi Çocuk Mitleri Nereden Geliyor?

Kategori: Arkeoloji ve Sanat Haberleri  |  Yorum: 0 yorum

etiketler  EnkiduIrkRemusRomulusTarzanVahşi



Vahşi Çocuk Mitleri Nereden Geliyor?

Efsaneleri bir kenara bırakırsak, “yabani” ya da “vahşi” çocuklara dair en eski kapsamlı tasvirler 1600’lü yıllarda ortaya çıkıyor.

 

Begüm Bozoğlu - www.arkeofili.com

 

Neredeyse medeniyetin doğuşundan itibaren, toplumdan uzakta büyüyen insanların hikayeleri hep ilgimizi çekmiştir.

Roma İmparatorluğu’nun kurucuları olduğuna inanılan ve bir dişi kurt tarafından emzirildikleri rivayet edilen Romulus ile Remus efsanesi, vahşi çocuklara dair en bilinen anlatımlardan biri. C: Wikimedia Commons

Neredeyse medeniyetin doğuşundan itibaren, toplumdan uzakta büyüyen insanların hikayeleri hep ilgimizi çekmiştir. Antik Mezopotamya’nın vahşi doğasında yaşayan ve günün birinde “uygar” dünyaya alışmak zorunda kalan Enkidu’yu anlatmışız mesela. Ya da dişi bir kurt tarafından emzirilen ve büyüyünce büyük bir imparatorluk kurdukları rivayet edilen kardeşler, Romulus ve Remus’u. Tarzan var bir de, Viktorya dönemi İngiltere’sinden Afrika ormanlarına düşen ve maymunlar arasında büyüyen adam. Mowgli’yi de unutmamak lazım – Hindistan ormanlarında kurtlarla birlikte yaşayan bir başka çocuk.

Ama işin gerçeği şu ki; hayvanlar tarafından büyütülen çocukların hikayeleri genellikle birer macera değil, tam anlamıyla trajedi. 2011 yapımı “Feral Children” adlı belgeselin araştırmacısı ve sunucusu antropolog Mary-Ann Ochota, 2017’de bu konuyla ilgili şöyle demişti: “Gerçek bir ‘vahşi çocuk’ hikayesi dediğiniz şey, aslında terk edilmiş ve hayatta kalmaya çalışan savunmasız bir insan. Resmen trajik hikaye bingosu.”

Vahşi bir geçmiş

Efsaneleri bir kenara bırakırsak, “yabani” ya da “vahşi” çocuklara dair en eski kapsamlı tasvirler 1600’lü yıllarda ortaya çıkıyor. Wyoming Üniversitesi Engellilik Çalışmaları Enstitüsü’nden Michelle Jarman şöyle yazıyor: “O yıllarda Almanya’da bir kurt çocuğun tasvirleri var. 1644’te ise ormanda ailesinden ayrı düşen ve yıllarca kendi başına hayatta kalmak için hayvanlara benzer davranışlar benimseyen bir çocuk olan John’un (John of Liège) ilk İngilizce hikayesi ortaya çıkıyor.”

Başka ülkelerde de benzer hikayeler çıkıyor karşımıza. Litvanya’da ayılarla, İrlanda’da koyunlarla, Almanya’da sığırlarla büyüyen çocuklardan bahsediliyor. Polonya ise işin dozunu biraz kaçırmış gibi – öyle ki bir dönem “ayılar tarafından büyütülen çocukların ülkesi” diye bile anılmış.

Dönem insanları bu çocuklara hem ilgiyle hem de bir parça kaygıyla bakıyordu. Sonuçta 17. yüzyıl dünyasıydı ve herkes ruhlarının kurtuluşunu dert ediyordu. İnsanlar bu çocukların vahşi doğada geçirdikleri yıllar boyunca keskinleşen duyularına, ayakta durmakta zorlandıklarına ya da bazı durumlarda insan dilini hiç öğrenemediklerine dair hikayeler anlatıyorlardı. Sanki bu hayvan türleri tarafından bir şekilde tamamen evlat edinilmiş olarak görülüyorlardı; ve her ne kadar her zaman “acınacak” bir durumda görülmeseler de, süreç içinde bir şekilde “insanlıklarının” bir kısmını yitirmiş sayılıyorlardı.

Bilimsel aydınlanmanın başlamasıyla birlikte, bu belirsiz huzursuzluk modern bilim insanlarının “aşırı derecede sorunlu” olarak nitelendirdiği bir şeye dönüştü. 18. yüzyıl metinlerine göz attığınızda, insanların “bilimsel” olarak altı ayrı türe ayrıldığını görürsünüz: Homo americanus, Homo europaeus, Homo asiaticus, Homo afer — yani Amerikalı, Avrupalı, Asyalı ve Afrikalı; ama sonra Homo monstrosus — yani devler, cüceler ve korselerini sıkı bağlayan kızlar (!) gibi sözde “ucube” insanlar; ve son olarak Homo ferens — “vahşi” insanlar.

İnsana dönüşmek

Elbette, bütün bunlar saçmalıktı: insan yalnızca tek bir tür ve “ırk” biyoloji ya da genetik açısından hiçbir temeli olmayan uydurma bir kavram. Aynı şekilde, fiziksel farklılıkları ya da engelleri olan bireyler de sadece insanlar; ve “vahşi” çocuklar ya da yetişkinler de birkaç önemli toplumsal müdahale dışında, sizin ya da bizimle tamamen aynıdır.

Bu müdahalelerin tam olarak ne olduğu ve insan gelişimini neden ve nasıl etkilediği, 18. ve 19. yüzyılın bilim insanlarını ve filozoflarını derinden cezbeden sorulardı. Vahşi çocuklar kimi zaman ruhsuz birer hayvan, çevrelerindeki dünyayı doğru biçimde algılayamayan varlıklar; kimi zaman da modern toplumun yozlaşmasından uzak, insanın en saf hâli olarak görülüyordu.

1800 yılında Fransa’da bulunan ve “Aveyron’un vahşi çocuğu” olarak adlandırılan Victor örneğinde, bu iki bakış açısının da nasıl aynı anda tezahür ettiğini görebiliriz. Fransız hekim Jean-Marc-Gaspard Itard’a göre Victor, Jarman’ın deyimiyle, “yaşayan bir eserdi”; insan bilgisinin doğuştan değil, inşa yoluyla edinildiği fikrini test etmek için kullanılan “ilkel bir beden”. Ancak rakip meslektaşı Philippe Pinel için Victor yalnızca bir “ahmak”tan ibaretti.

Aveyronlu Victor’un yaklaşık 1801 yılına ait bir portresi. C: Wikimedia Commons

Kim haklıydı? O dönemde haklı gibi görünen kişi Pinel’di: “Yıllarca süren eğitime rağmen […] Victor hâlâ dili kullanamıyordu,” diye açıklıyor Jarman — “bu başarısızlık, vahşi çocukların zihinsel olarak ‘çocuksu’ ve ‘aşağı’ olduğu anlayışını daha da pekiştirdi.”

Ama bu tamamen adil miydi? Belki de değildi. Itard’ın kendi notlarına göre Victor, sayıları, renkleri ve şekilleri öğrenmişti; başkalarının ihtiyaçlarını öngörebiliyor, hatta bir “adalet duygusu” taşıyor gibi görünüyordu. Birkaç basit Fransızca isim ve fiil bile yazabiliyordu. Öğrenemediği tek şey yüksek sesle konuşmaktı — ancak Itard’ın, onun jestlerle kurduğu iletişimi geliştirmeye hiç çalışmadığı anlaşılıyor.

Eğer bu yönde çaba göstermiş olsaydı, belki Victor nispeten “normal” bir yaşam sürebilirdi. Bunun mümkün olduğunu biliyoruz: örneğin Marina Chapman, beş yıl boyunca kapuçin maymunları tarafından büyütüldüğünü ve 10 yaşında “kurtarıldığında” insan dilinden yoksun olduğunu iddia ediyor — ancak daha sonra yalnızca bir değil, iki dili konuşmayı öğrenmiş; normal bir kariyer ve aile hayatı kurmuş ve hatta ormanda geçirdiği yılları anlatan çok satan bir kitap bile yazmıştı.

Vahşi çocuk

Peki, vahşi çocuklar insan becerilerini öğrenme konusunda neden bu kadar zorlanıyor? Pinel’in öne sürdüğü gibi, gerçekten de doğuştan mı buna yatkın değiller, yoksa daha mantıklı bir açıklaması mı var?

Büyük olasılıkla cevap ikincisi—ama kabul etmesi ne kadar rahatsız edici olsa da, ilk ihtimali de tamamen göz ardı edemeyiz. Ochota, “Elbette, bu çocuklardan bazılarının, ilk etapta belli düzeyde gelişimsel gecikme veya farklılık gösterdikleri için bu tuhaf ‘vahşi’ duruma düşmüş olabilir. Bu zor bir düşünce, ama işlevsiz ya da engelli çocukları büyütebilmek bir bakıma modern bir lüks” diye belirtiyor.

Bir çocuğun, eğer vahşi doğada büyümemiş olsaydı, “tipik” gelişim gösterip göstermeyeceğini ya da terk edilmesinin, verilemeyen özel bir desteğe ihtiyaç duymasından kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmek imkânsız. Ancak kesin olan bir şey var: Bir kez doğanın insafına terk edildiklerinde, şansları neredeyse tamamen tükenmiş sayılır.

Sinirbilimci Heather Stewart, “Vahşi çocuklar genellikle biyolojik gelişim potansiyelinin olağan sınırlarını gösterebilirler; ancak uygun modellerden yoksun şekilde sosyal izolasyon içinde büyümelerinin bir sonucu olarak normal insan iletişim becerilerini geliştirmeyi başaramazlar” diye açıklıyor. “Bu tür becerilerin doğru şekilde gelişmesi, sürekli işitme, gözlem, taklit ve pekiştirmeye bağlıdır.”

Stewart, “İnsan temasından ne yaşta koparıldıklarına ve ne zaman geri kazandırıldıklarına bağlı olarak, vahşi çocuklar normal iletişim kalıplarını asla geliştiremeyebilir. Çünkü sinir sistemi, dil ve iletişim becerilerini edinmeye en uygun hâlde erken çocukluk döneminde bulunur” diye ekliyor.

İnsan beyni—özellikle çocukların beyni—olağanüstü derecede esnek (yani uyum sağlayabilir); ancak birçok bilim insanına göre dil öğrenimi gibi bazı beceriler, gelişmek için belli bir ‘kritik dönem’e ihtiyaç duyar. Temel olarak, hipoteze göre, eğer hayatınızın ilk birkaç yılını insan diline maruz kalmadan geçirirseniz, bu beceriyi ilerleyen yaşlarda edinmeniz son derece zor, hatta imkansız olabilir.

Dolayısıyla, şanslı olup da vahşi doğada hayatta kalmış bir çocuk için bile kader ya da ihmal onları ormana sürüklediğinde ortaya çıkan gerçek şudur: Onların iç dünyasında insan yaşamından bir şekilde kopuk kalan bir parça her zaman var olacaktır.

“İnsan doğası gereği sosyal bir varlık” diye belirtiyor Ochota. “Normal şekilde büyüyebilmemiz için başkalarının bizimle ilgilenmesine, bizimle iletişim kurmasına ve bizi güvende tutmasına ihtiyacımız vardır.”

Ochota, “Etkileşim, dil veya sevgiden yoksun bir şekilde hayatta kalan bir çocuk, doğal olmayan bir yaşamın yol açtığı hasarı taşıyacaktır. İnsanlar bu şekilde yaşamak için tasarlanmamıştır” diye ekliyor.


IFL Science. 10 Haziran 2025.

 

Bu yazı hakkında yorum bulunamamıştır. İlk yorumu siz ekleyebilirsiniz >

Yazıya Yorum Ekleyin

* Takma ad kullanabilirsiniz

* Yorumunuzda görülmeyecektir

 Evet   Hayır* Her defasında yeniden girmemeniz için